GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE UZANAN KÖPRÜDE ADIM ADIM 14 AY
ASYA – AFRİKA 2002 – 03
Sina Yarımadasında tren olmadığı için mecburen otobüsle geçtiğim bu etapta, bölgenin tek şirketine ait otobüsün şişman bayan hostesi, bizim otobüslerimizde de olduğu gibi, “ne içersiniz” diye sorunca ben de “bir sabah çayı iyi olur” diye düşünmüştüm. 8 saatlik yol boyunca toplam üç çay ve bunlarla beraber ikram edilen küçük kekler için yolculuk bitmeden önce para ödemem gerektiğini öğrenmem ve miktarın da Mısır’da yediğim en pahalı yemek faturasının üç katı tutarı bir rakam olması gerçekten dost bildiğimiz Mısırlıların kötü bir kazığıydı. Jamaika doğumlu İngiliz vatandaşı arkadaşım Geoff da tam on yıl önce aynı yere giderken aynı şeyi yaşadığını, asla bu parayı ödemeyeceğini, isterlerse polise gitmelerini söylemiş ama tabi bu olaydan daha sonra haberim oldu. Maalesef birilerinin Don Kişotluk yapıp bunları yaşaması ve Türk insanına anlatması gerekiyor.
Neyse dostlar, Dahab, Kızıl Deniz kenarında küçük bir kasaba. Bodrum Gümüşlük ya da Side’nin yıllar önceki hali gibi son derece keyifli ve ucuz bir yer. Balık ucuz ve sualtı muhteşem. Scuba dalgıçlar otelin önünden suya giriyorlar ve sadece 30-40 metre ileride muhteşem mercan kayalıkları var. Ben de şnorkel yaptım ve belgesellerde bile görmediğim harika balıklar gördüm. Her şeyden önemlisi müthiş dinlendirici bir atmosferi vardı. Maalesef bugünlerdeki dolunayı orada yakalayamadım ama çok güzel mavi saatler geçirdiğimi söyleyebilirim.
Sina’daki St. Katherin Manastırı, Hz. Musa’nın 10 Emrini aldığı dağın hemen eteğindeki çok eski bir manastır ve UNESCO’nun Dünya Kültür Varlıkları Listesinde. Dahab’tan iki Koreli bayan ve bir İngilizle beraber gecenin 11’inde bir minibüsle yola çıkıp gece 01:45’te dağa doğru yürümeye başlıyoruz. Tepede aynı noktada inşa edilmiş küçük kilisenin önünde, Nemrut Dağında gün doğumunu seyretmeye gelen turistler gibi yüzden fazla turist gün doğumunu seyretmek için bekleşirken dişlerimiz takırdamaya başladığı sırada güneş çok keyifsiz bir şekilde doğuyor ve aşağıdaki Manastıra dönüyoruz. Manastırın belki de sadece yüzde onluk bölümü turistlere açık ve içeride fotograf yasak. Burada da ikonalar gerçekten çok muhteşemdi.
Feribotla Ürdün’e geçip Aqaba’da kalmadan hemen iki Çek turistle beraber Petra’ya gidiyoruz. Petra da gerçekten görülmesi gereken bir yer. Bir kilometreyi aşan kanyonvari geçidin sonunda “Indiana Jones Last Crusaider” filmine mekân olmuş yerleri ve özellikle Hazine olarak geçen kayalara oyulmuş tapınağı görmek hiç beklenmedik güzel bir sürpriz etki yaratıyor insanda. Adı Manastır olarak geçen ve girişe göre en uzakta kalan tapınak da gerçekten sıcak altında yapılan yorucu yürüyüşe değecek kadar enfes. Hele karşısındaki kayalara oyulmuş kafede geçirilen birkaç saat tüm yorgunluğumu unutturuyor ve Petra’nın kendine has kaya kırmızı beyazlı kaya dokusunu özümsettiren hoş bir yer olarak aklımda kalıyor.
Amman fazla görülecek bir yeri olmayan ve bana Mardin’i anımsatan bir şehir. Evleri Mardin evleri kadar enteresan değil ama şehrin Roma tiyatrosunun olduğu merkezdeki bölümünde bu havayı yakalamak mümkün. Tüm şehir tek renk. Herhalde böyle bir şehir dünyada çok az vardır. Amman, ya da eski adıyla Philedelphia’da dolaşırken Tom Hanks’ın unutulmaz filmi ile filmin müziği Bruce Springsteen’in “The Streets of Phildelphia”sı aklıma geliyor.
Jerash, benim gibi antik kentlere düşkün bir adam için tek kelimeyle muhteşem. Selçuk Efes kadar güzel bir antik kent. Bence, her arkeoloji tutkununun, “ben turist rehberiyim” diyenin ve özellikle de üniversitelerimizin arkeoloji hocalarının (!) Petra’dan sonra mutlaka görmesi gereken bir yer.
Sevgiyle ve sevgimle kalın hepiniz…
Dr. Faruk BUDAK